Türkiye üzerinde son yüz yıldır oyuncu sayısı artırılan ve en akla gelmez şekilde oynanılan bir oyundur. Türk milletinin hassasiyetlerini, inançlarını suistimal eden bu yapılar tarikatları, Türk ekolü inanışı da ciddi derecede baltalamakta köklerimiz olan değerlerimizi yok etmeyi hedeflemektedirler.

Topraklarımızda çok çeşitli yaşayış biçimleri, inanış tarzları ve İslami ekoller vardır bu bazen etnik farklılıklardan kaynaklı olmakla beraber bölgesel olarak da farklılık gösteren bir durumdur. Orta Anadolu bölgesinde Bektaşi tarikatının mensuplarının fazla olması, Konya civarında Mevlevi ve Cerrahilerin fazla olması, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde Kadiri, Halidi ekollerinin fazla olması bunun bir göstergesidir. Bu yaşayış tarzlarını ve farklı görüşleri anlayabilmek için işin köküne, yani Anadolu’nun İslam olma sürecine bakmak gerekir.

Türk milletinin İslam’a geçişinden sonra Türk’ler İslamiyet’i ifsat etmeden ve tahrifat yapmadan kendi kültürlerine, yaşayışlarına göre şekillendirmeye ve kendilerine daha uygun olan ekollere meyletmeye başlamışlardır. Bunların yapı taşları Maturidi itikadi ve Hanefi amelidir. Türkler İslami yaşayışlarının merkezlerine bu iki büyük alimin öğretilerini koymuşlardır, daha sonrasında bu çerçeve etrafında ilerlerken İslami ilimlerde derinleşmişler, ilimlerini de felsefe ile ileriye taşımaya başlamışlardır. İşte bu süreçte biz Türk milleti içerisinde sufizm, tasavvuf, ekberilik gibi akımların yaygınlaştığını görüyoruz.

Tasavvufi İslam korkuyu değil sevgiyi, cezayı değil ödülü, hoşgörü, saygı, tevazuyu esas alan ve dünya nimetlerinden vazgeçilmiş bir anlayışı temsil eder, özellikle Büyük Selçuklu Devleti döneminde pek çok dergâh kurulur, bu dergahlara intisap eden erenler uzun bir ilmi eğitimden geçtikten sonra irşat ve hilafet salahiyetlerini alıp diyar diyar gezmeye, henüz İslam olmamış topraklarda tebliğ yapmaya ve İslam olan topraklarda da ilim isteyenlere yardımcı olmaya başlamışlardır. Bunlardan en önemlileri Horasan erenleri dediğimiz çoğunluğu Yesevi ekolünden gelen dervişlerdir. Horasan İslam fetihlerinden sonra mutasavvıf, muhaddis, fakih ve müfessirlerin bolca yetiştiği bir ilim merkezi olmuş Türk bölgesidir. Hoca Ahmed Yesevi öğrencilerini eğitim Türklerin yaşadığı bölgelere, Oğuz obalarına gönderdikten sonra reaya içerisinde de hızla sufizm ve tasavvuf yayılmış, tarikatlara intisap artmıştır.

Anadolu’nun fethi ile birlikte bu bölgelere devlet destekli ve gönüllü olarak çok sayıda derviş akın etmiştir hem Bağdat ekolünden hem Horasan ekolünden çokça erenler Anadolu’da irşat, tebliğ görevlerini üstlenmişlerdir. Anadolu Selçuklu Devletinin kurumsal yapısını kazanmasıyla beraber bu erenlere dergahlar, medreseler açılmış ve tebliğ işleri de devletin denetimine bağlı olarak kurumsallık kazanmıştır. İşte bu yıllar günümüz Türkiye, Rumeli, Kafkaslar, Türkmeneli bölgelerinin kültürü, İslam anlayışı ve yaşayışını şekillendiren yıllar olmuştur. Bildiğimiz Yesevi ekolünden etkilenen birkaç meşhur alim, derviş, erenler şunlardır; Şeyh Edebali, Somuncu Baba, Sarı Saltuk, Hacı Bektaş-I Veli, Yunus Emre, Abdal Musa, Abdal Murad, Geyikli Baba.

Moğolların Anadolu hakimiyeti safhasında ve beylikler döneminde yine bu erenler ve intisap ettikleri tarikatların mensupları bölgede çok mühim görevler edinmişlerdir. Bildiğimiz Ahilik kültürünü oluşturmuşlar hem savaşçı hem esnaf hem derviş profilleriyle gazalara da öncülük etmişler, ticarete de yön vermişler, dinin yayılması ve merkezileşmesi faaliyetlerini de yürütmüşlerdir. Anadolu ikinci beylikler döneminde ise hemen hemen kurulan her devletin kadrolarında, işleyişinin kilit noktalarında bu isimlerin bizzat kendilerini veya tarikatlarının intisaplı mürit, talebelerini görmekteyiz. Özellikle Geyikli Baba, Şeyh Edebali, Hacı Bektaş ve Ahilik müessesi gelecekte cihanşümul bir devlet olacak olan Osmanlı İmparatorluğu’nun sivil-askeri bürokrasisini, halk yaşantısını ciddi manada etkilemiş ve çevrelemiştir. Bu yıllarda insanların sosyal alanları da kısıtlı olduğundan dergahları, tekkeleri ilim ve bilim sahasında bir okul olmasının yanı sıra bir sosyal alan olarak da gördüklerini belirtmeden geçmeyelim.

Zikir, sohbet, meşk, toplantılar, şenlikler, bayramlar, iftarlar vesilesiyle bir araya gelen insanlar tanışır, kaynaşır ve birlikte vakit geçirirlerdi, toplum olabilmenin gereksinimlerinden biri olan ikili ilişkileri bu dergahlar vasıtasıyla sağlarlardı. Beyliklerin yöneticilerinin ise fetva makamı, meşruiyet kaynağı olarak bu kurumları görmeleri daha da rahat şekilde hareket edebilmelerini sağlamıştır, itibarları yaşadıkları bölge fark etmeksizin Anadolu devletlilerinin arasında pek fazladır. Çok defa beylikler arasında çıkan anlaşmazlıkları çözdüklerini ve hatta savaş safhasındayken barışmaları sağladıklarını bilmekteyiz.

Osmanlı İmparatorluğu’nun gaza faaliyetleri ile birlikte yeni fethedilen beldelerin İslam olma, iskân, Türkleşme sürecinde ise yine bu kurumlardan ziyadesiyle faydalanılmıştır, bugün hala Makedonya’da, Kosova’da, Bulgaristan’da Bektaşilik ağırlıkta olmak üzere pek çok ekolün dergahlarını görmekteyiz.

Osmanlı’nın yükseliş devri ve duraklama devrine kadar bu kurumlar ilk günkü sadeliğini, milliyetçiliğini, öğretim programlarını ve saflığını korumaya başlamıştır ancak duraklama devriyle beraber topumun yozlaşmasıyla bu kurumlarda bozulmaya başlamıştır.

Osmanlı’nın duraklama devrine böyle bir isim vermemizin sebebi sadece askerî açıdan, fetihlerin duraklaması değildir. Bilim adamlarının, ilim insanlarının, devletlilerin, kurumların faaliyetlerinin duraklaması ve sürüncemede takılıp kalmasıdır, sürünceme ise yozlaşmayı doğurmuştur. Bu yozlaşma hurafeler, şahsi ikbal hevesleri, anlık zevkler hülasa dünyevi meselelere önem verilmesiyle başlamış ve git gide vahametini artırmıştır. Eski tarihlerde meydanda kılıç savuran, dergâhta postnişin ve çarşıda esnaf olan şeyhlerin yerini yeni tarihlerde mutaassıp, hantal, kurnaz kimseler almıştır ve bu insanlar etrafına toplanan halkı devlete bir baskı unsuru olarak gösterip istikrarsız ve liyakatsiz devletlilerin düşkünlüğünden faydalanıp dinlerini ve saflıklarını menfaatlere tercih etmişlerdir.

Elbette o gün de bugün de saf ve temiz kalabilenler olmuştur ancak bunlar topluluk altındaki küçük bir grup olarak kalmıştır maalesef.

19. asır itibariyle modernleşme, reform devrine girilmesiyle bu yozlaşma artık doruk noktalarına ulaşmış defaatle devlete baş kaldırı, ilerlemeye sekte, aydınlığa cinnet halini almıştır. Bunun en büyük sebeplerinden birisi evvelki zamanlarda tarikat mensuplarının cemaatleşme ile yarışa girmeyip hepsinin bulunduğu bölgelerde tarikatının öğretilerini kendi tarzında (şiir, musiki, felsefe) yaymasıydı ancak ilerleyen tarihlerde tarikatların içerisinden cemaatler çıkıp ortalıkta kırma görüşler hasıl olmasıydı. Tarikat öğretilerinin yanına cemaat şeyhinin sözleri de eklenince yozlaşma bu noktalara geldi bir insanın yıllarca dini ilim ve terbiye görmesi bazen nefsini alt etmesi için yeterli bir süre olmayabiliyor, mesele bunları görmesi değil hissetmesidir.

Sultan III. Selim’in tahttan indirilip şehit edilmesine sebep olan Kabakçı Mustafa isyanı yakından araştırılırsa Şeyhülislam Şerifzade Ataullah Mehmed Efendi başta olmak üzere tarikat ve cemaat mensuplarının yozlaşma sürecinin bu tarihlerde en yüksek seviyelere ulaştığını rahatlıkla görebiliriz. İlerleyen yıllarda Alemdar Mustafa Paşa’nın şehit edilmesinde, II. Mahmud’a yapılan baskılar ve “gavur” ilan edilmesinde oynadıkları rolleri ise tartışılamayacak derecede çoktur.

31 Mart 1909 vakasıyla beraber uzunca bir süre başlarını kaldıramayacakları bir darbe almışlardır, burada dikkat edilmesi gereken evvelce İttihatçılarla hareket eden Said-İ Kürdi gibi isimlerin dahi bu hadiseye karışmasıdır, ki Said-İ Kürdi reformist denilecek derecede hizipçilikten uzak, tarikat ve cemaatlere mesafeli bir profildeydi o senelerde. Bu da bize yoz bir topluluğun içerisine aydın bir kişi bile girse zamanla yozlaşabileceği gerçeğini göstermektedir, kendisinin kurmuş olduğu Nur cemaatine ise ilerleyen satırlarda değineceğiz.

İttihatçı kadroların bu hadiseyi bastırıp isyanı yok etmesinin ardından pek çok softa, tarikat ve cemaat mensubu işledikleri cürümlerden dolayı cezalandırılmış, dini suistimal edenlerin önü kesilmiş, askerlik yapmamalarına yönelik engeller ortadan kaldırılmış ve zorunlu askerlik şartı kendilerine de getirilmiştir. Bu cezalandırma ve yeni yaptırımlarla beraber saflığını muhafaza eden tarikat ve cemaatlerin önü açılmış, gerçek alimlerinin adının duyurulması yönünde cemiyet bizzat çalışmalar yapmıştır. Bu olaylardan sonra on yıl kadar bir süre bu ifsat grupları rahat hareket edememişler tabiri caizse çatal dillerini yuvalarından dahi çıkartamamışlardır.

Birinci cihan harbinin sonuna gelinip ülke içerisinde İttihat ve Terakki cemiyetinin gücü kırılınca ve meydanda bir boşluk olunca tekrardan farklı farklı bölgelerde yapılanmalara girişmişlerdir bunlardan en mühimi Cemiyet-İ Müderrisin yani bilinen adıyla Teali-İ İslam Cemiyeti’dir. Bu cemiyet Şeyhülislam Mustafa Sabri ve İskilipli Mehmed Atıf liderliğinde toplanmış bir cemiyetti sözde hedefleri İslam’ı ve ona hizmet edenleri yüceltmek anacak özde fasıklık ve ifsattı.

Bir millet Anadolu yarımadasında arkasını Allah’a, sağını ve solunu denizlere, önünü düşmana dönmüş vaziyette ölüm-dirim savaşı verirken, ayağındaki çarığından, kundaktaki evladına kadar vatana feda ederken, Türk erleri kafirle canhıraş vaziyette ezan, bayrak, vatan için cihat ederken, kuvvacılar dağlarda, derelerde, en hırçın vadilerde vatan uğruna baskınlar atarken mu müfsitler Anadolu hareketini eşkıyalık, mensuplarını ise mürtedlikle suçlamışlardır. İngiliz uçaklarıyla Anadolu’nun farklı bölgelerine özellikle güçlü oldukları Konya civarına bildiriler dağıtmışlar, Kuvayı-ı Milliye mensuplarına çok ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Cemiyet genel manada Hürriyet ve İtilaf fırkasını desteklemiştir, eğer bugün iddia edildiği gibi İskilipli Atıf ve diğerleri bu beyannamelerden ve işgal kuvvetleriyle aynı yatağa giren İtilafçılardan razı olmasa bile hala İskilipli Atıf’ın başkanlığa, diğerlerinin cemiyette bulunmaya devam etmesi her halde bir suçtur.

Kurtuluş savaşının kazanılıp yeni rejimin kurulduğu süreçlerde ise bu cemiyetin artıkları, farklı cemiyetlerin mensupları olan softalar faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Şeyh Said isyanı, Menemen olayları, Tunceli isyanı, Seyyid Abdullah (Şemdinli) isyanı, Eruhlu ve Pervari isyanı, Şeyh Enver isyanı, Şeyh Abdülkadir (Tendürek) isyanı ve daha birçok din kisveli olan ancak özünde bölücü, menfi ve haince isyan meydana gelmiştir. Aslında bunların hepsi sendeleyen Türk’ten birer uzuv koparmak için girişilen harekatlardır kimisinin arkasında kafir desteği kiminin arkasında ise Fars, Arap şeytanlığı vardır. Bu isyanlar Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk’ün feraseti ve fedakâr Türk askerinin fedakarlıkları ile bastırılmış, yeni rejimin kurumsallaşması ve devletin güvenliği tekraren sağlanmıştır. Artık bu andan itibaren devlet denetiminde olan dini teşekkül (D.İ.B) hariç her türlü dini teşekkülün önü kesilmiş, dinin tek elden sade ve yalın öğretilmesi sağlanmış, din görevlileri hariç sarık ve cübbe gibi dini kılık kıyafetler de yerel halka yasaklanmıştır. Bu sayede sistem daha sıkı ve sağlam oturtulmuştur.

Dikkat ettiyseniz yazımın bu ana kadar gelen son kısımlarında genelde siyaset, isyanlar, çatışmalardan söz ettim. Halbuki dinden, itikattan, fıkıhtan ve yararlı faaliyetlerden söz etmem gerekirdi değil mi? İşte meselenin özü ve geçmişi budur…

Çok partili hayata geçişin ardından memlekette bir suni hürriyet havası esmiş DP yönetimi tarafından her alanda ipler gevşetilmiş ve devlet tekelinden çıkış sağlanmıştır. İşte bu yıllarda cemaatler ve tarikatlar da bu rüzgârdan faydalanmış ve Mustafa Kemal Atatürk’ten bu yana çıkartamadıkları başlarını tekrar çıkartmaya başlamışlardır, işte günümüz siyasal dincilerinin bir takımımızın anlam veremediği Adnan Menderes hayranlığı bundan kaynaklanmaktadır. Bu suni hürriyet havasını 27 Mayıs ihtilali dağıtsa da bir kere gelen sistem bozulmuş ve bu cemiyetlerin önü açılmıştır.

60’lı yıllara gelinen süreçte Türk siyasi hayatında iki ana akım ve üçüncü yol belirmişti. Bu ana akımlar sağcılık ve solculuk, üçüncü yol ise Türk milliyetçiliğidir. Sol zaten dini argümanları ve dini içerisinde barındıran, dine müsamahakâr bir ideolojisi olmadığı için bu yapılara karşı diş bilemiştir, ancak bu diş bileyiş mantık çerçevesinde değildir. En buhranlı senelerde dahi Gazi Başbuğ Atatürk Özbekler tekkesini ve Taceddin dergahını kapatmamış akı karadan ayırabilmiştir. Solun tarikat ve cemaat düşmanlığı vatan, memleket meselesinden değil İslam düşmanlığından kaynaklıdır.

Sağ partilerde ise durum tamamen farklıdır meşruiyet kazanmak isteyen parti kurmayları ve hatta MNP genel başkanı bizzat cemaatlerden destur alarak siyasi hayatlarına başlamaktadırlar. Partileri içerisinde o cemaatlerden oy devşirebilmek için efrat tarafından sevilen şahısları görevlendirmektedirler. Bu da bu yapıların iyisi ve kötüsünü birbirinden ayırmadan içeriye almakla sonuçlanmıştır, sağ-cemaat ilişkisi o zamanlardan bu zamanlara devam etmiştir.

Üçüncü yol olan milliyetçiler ise her zaman bu yapılara belirli bir mesafede bulunmuştur, Türk milliyetçi partisi olan CKMP/MHP’nin paramiliter yapısından ve milliyetçilik fikriyatının ümmetçiliğe aykırı olduğundan dolayı bu yapılarda milliyetçi camiaya uzak durmuşlardır. Türk milliyetçi partisi bu yapıların içerisinde istihbarat amaçlı birtakım fertlerini yerleştirmiş, saf olanlarla temaslar kurmuş, görüşmeler sağlamıştır ancak şaibeli olanlarla da mümkün oldukça uzak kalmaya gayret etmiştir. Bu tavrı da Türk milliyetçi partisi genel başkanı “Başbuğ” rumuzlu Alparslan Türkeş şöyle ifade eder; “Solun ihanet derecesine varan davranışları sebebiyle sağ ile olan kavgamızı ertelemiş bulunmaktayız.”

12 Eylül 1980 ihtilaline kadar gelen süreçte milliyetçi-solcu kavgası hat safhalara çıkmıştır, iki taraftan da binlerce insan ölmüş, kimisi vatan kimisi devrim şehidi olmuştur. Bu kargaşadan istifadeyle hiçbir olaya karışmayan, güç toplayan, hanımları ev toplantılarıyla, erkekleri dost meclisleri ve ticaretle kaynaşan tüm cemaat teşekküllerini bir arada toplayan bir siyasal dinci cephesi oluşmuştur. Darbenin ardından bu cephenin kafa kadrosu da diğer siyasiler gibi yargılanmış ancak ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında kendilerine pek büyük hasarlar verilmemiş, hele kurulan cephede bir gedik açılmamıştır. Nitekim 21. Asırda terör örgütü olduğu ortaya çıkan(!) FETÖ elebaşı, çağımızın Şeyh Said’i, mürted Fetullah Gülen’in neşriyatlarında ve röportajlarında, 12 Eylül’ün mimarı olan Evren’e yönelik “cennetlik, Hızır” yakıştırmaları yapması her ne kadar sahnede düşman görünseler de perde arkasında bir menfaatler alışverişi olduğunu ispatlar niteliktedir.

Doksanlı yıllar Türkiye’de bu yapıların ve mensuplarının artık kabuklarına sığmayıp, kendilerine yol açmak amaçlı tasarlanmış belirli mağduriyetlerin verdiği meşruiyetlerle patlama yaşadıkları, gün yüzüne çıkıp açıktan söylem geliştirdikleri, sağ siyasilerin müsamahası ile açıktan hakaret ve küfürleri savurdukları ve altmışlı yıllardan beri süregelen altyapı çalışmalarının son bulup ilerleyiş aşamasına geçtikleri senelerdir.

Bu tarihten itibaren cemaatlerin birçoğu tarikatlarının öğretilerini terk edip kendilerine şeyh seçtikleri ilimsiz kişilerin öğretilerini takip etmişler, kimileri bin yıldır süregelen tarikat esaslarını utanmadan bozmuşlardır. Bulundukları bölgelerde güç devşirip siyasetçilere özellikle seçimlerde baskı unsuru oluşturmuşlar, cemaatlerine menfi faydalar edinmekle uğraşmışlardır. Birçok merdiven altı cemaat türemiştir, bunların isimleri de çok kez yüz kızartıcı suçlara karışmıştır. Kendi olduğu haliyle toplumda pek karşılık alamayan, argo tabirle adam yerine koyulmayan birçok şahıs bu merdiven altı cemaatlere intisap edip din kisvesiyle bir statü kazanmaya çalışmakta tabi bu esnada da nefsinin getirdiklerini elde etmekte veyahut etmeye çabalamaktadır.

Büyük cemaatler ise ekonomik ve insan gücü olarak geniş oldukları için bu gibi küçük şeylerde adları geçmez onlar genelde ihale, hisse, devlet kademelerine sızma gibi işlerle uğraşırlar, doksanlı yıllardan günümüze kadar gelen süreçte mağduriyet meşruiyeti kazandıklarından dolayı pek de devlet denetimine uğramadan ilerlemektedirler. Bir kısmının adı ise tehdit, şantaj, cinayete teşebbüs, çete kurmak gibi mafyavari olaylarda da geçmektedir.

Ezcümle, günümüz cemaatleri hem insanları dinden uzaklaştırma hem devlete paralel oluşturma hem tarikatların yapısını bozma ve tarikatlara antipati yaratma, Türk-İslam kültür gölünü kurutmaya teşebbüs, dini menfaatine kullanma, dinde tahrifat, dış istihbaratlarla ilişki, çeteleşme, haksız kazanç gibi hususlarla dikkatlerini üzerine çokça çekmektedir ve milletimiz üzerinde ciddi bir tehlike, devlet varlığımızda ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Beklentimiz tez zamanda devlet eliyle bu yapıların yok edilip yerlerine özümüz olan, tarikatlarının saf hallerini yaşatan postnişinler ve milliyetçi ihvanlar getirilmesidir. Bu yazımızda yazdıklarımızdan dolayı hiçbir şeye bulaşmamış, yalnızca kültürünü yaşatma gayesinde bulunan masum cemaatler alınmamalıdır, kendilerine kültür gölümüzde bir damla olduklarından dolayı teşekkür eder Allah’tan muvaffakiyetler dileriz…