“Bu gazetede belki inandıklarımın hepsini yazamayacağım ama inanmadıklarımı asla yazmayacağım!”

 Kavmimizin varlığının başlangıcı olan mistik ve antik günlerden bu yana karşılaştığı en büyük tehlikeyi hep beraber izlemekte ve tecrübe etmekteyiz. Bu tehlike toplumuzu bir hastalık misali sarmakta, yavaş yavaş ve acıyla ölmesine zemin hazırlamaktadır. İşte bu hastalık kültürel yozlaşmadır. Toplumumuzda siyasi duruşu, milliyeti, cemaati, statüsü fark etmeksizin üst boyutlarda bir yozlaşma son on senedir hızla yaygınlaşmakta ve önü alınamamaktadır.

Milletler tarih sahnesine çıkışlarından itibaren birçok tehlikelerle karşı karşıya kalırlar bunlar kimi zaman kıtlıklar, kimi zaman savaşlar ve işgaller, kimi zaman ekonomik buhranlar, kimi zaman nüfus problemleridir ancak milli benliğini, kimlik bunalımına uğramadan koruyan milletler her türlü badireleri atlatarak var olmayı başarabilmiş, tarihin tozlu raflarına karışmadan pozisyonlarını koruyabilmişlerdir. İşte biz de bu badirelerin birçoğunu atlatmış, en çetin imtihanlarla sınanmış bir millet olarak kendi benliğimizi korumayı başarmış ve günümüzdeki pozisyonumuza gelmişiz. Bunca badireden, çileden sonra daha çalışkan, kimliğimize daha sıkı sarılan, değerlerini tartışmaya dahi açtırmayan bir millet olmamız gerekirken çok farklı bir noktadayız.

Bulunduğumuz noktada miladın bile başlangıcından önce oluşmaya başlayan ve bir çığ misali birike birike bize kadar gelen kültürümüzü, şuurumuzu, kendimizi unutmuş, günü birlik heveslere, şahsi menfaatlere, dünyevi zevklere, statü sahibi olma ve kabullenme sevdasına bütün bu birikimimizi terk etmişiz. Milletlerin kültürleri egemenliklerinin, var oluşlarının, dünyada kapladıkları yerin bir göstergesi, açıkça gövde gösterisidir. Kültür, kimlik havuzunun varoluşunda, toplum teşekkülünün oluşmasında, milletlerin medeniyet yarışındaki ilerleyiş safhasında bir numaraya koyulabilecek etkendir. Türk kültürü siyaset, ordu, dil, sanat, din, bilim ve içtimai hayatın her alanına hitap edebilen, ilerleyen medeniyetlere ayak uydurabilen, insanlık tarihinin en kadim ve olgunlaşmış kültürlerinden biridir, herhangi bir alanda geri kalınmasına sebebiyet vermeyen, her türlü teşekkülde kendine yer edinebilen ancak değerlerini çiğnemeye müsamaha göstermeyen bir kültürdür.

Bizler garp dünyasının maddi manada ileriliğini kendimize örnek alıp bu hususta çalışmalar, gelişmeler gerçekleştirebilecekken maalesef garbın yoz ve olgunlaşmamış kültürünü kendimize aldık halbuki garp dahi yıktıkları bizim kültürümüzün enkazı üzerine taklitçi bir kültür inşa etmişti. Peki nedir bu yozlaşma? Müsaadeniz olursa bunu birkaç başlık altında siz değerli okurlarımıza sunayım;

Dil:

Dünya milletlerinin var oluşlarının ispatlarından en önemlisidir, hele ki Türk milleti gibi kendinden uzak birçok coğrafyada aynı dili konuşan milyonlarca soydaşı olan bir millet için varoluş sebebi diyebiliriz. Tarihimizde maalesef dilimize birçok yabancı kelime enjekte edildi, bunlara ise keyfi, özenti sebebiyle değil zaruri olması hasebiyle tepki gösterilmedi çünkü milletimizin yeni bir din ile tanışması, bu dinin gereklilikleri olarak ilimleri öğrenmesi ve bilimsel alanda çalışmalar yapması için terimleri karşılayan birçok kelimeye ihtiyaç duyuldu ve bu karşılandı. İlerleyen yıllarda ise milletimizin göçleri, yeni beldeleri fethi ve yeni komşuları, yeni devlet anlayışları ile tekraren dilimize yüzlerce yabancı kelime girdi bunların olduğu dönemde dilimiz ciddi bir tahribata uğrasa da geçen yüzyıllar içerisinde bu kelimelerin pek çoğu Türkleşti veyahut Türkçeleşti denilebilir ancak yirmi birinci yüzyıl itibariyle bir kısım aydın ve mütefekkirlerimizin de ifade ettiği üzere dilimiz ciddi iki tehditle karşı karşıya kaldı. Bunlardan ilki garp dünyasının yeni çıkartmış olduğu alet ve edavatlara, kılık ve kıyafetlere, gıda ürünlerine o milletlerin pazarladığı isimlerle hitap etmekle başlayan süreç ile beraber günlük kullanımda da o dillerin kelimelerini kullanarak devam etmek oldu. Bu başlarda yadırgansa da sonradan normalleşti ve laçka, varoş bir günlük kullanım dili oluşturuldu, bunu kurumsal alanlarda çalışanların bulundukları konumları, yaptıkları işleri ifade etmek için o işin veyahut konumun yabancı özellikle İngilizce dillerindeki karşılıklarının kullanılması takip etti. Elbette bu gereksinimleri ifade edecek kelimeler dilimizde bulunamayabilir ancak tembelce ve rehavet içerisinde onu geldiği haliyle kabullenmek değil kendine uyarlayarak devam ettirmek tabi olandır.

Geçmişte zorunluluk ve gereksinim olarak lanse edilen bu tavır günümüzde ise prestij olarak görülmeye başlandı, işte büyük tehlike tam olarak buradadır kendi dilimizi, kelimelerimizi kullanmak prestij ve statü düşürmek olarak algılanıyorsa ve bu doğrultuda yayılıyorsa bizlere çok vahim ve perde altında yatan bir gerçeği sunmaktadır. İşbu gerçek ise kendinden utanmak ve kimlik bunalımıdır, kendinden utanan milletler özünü kaybetmeye meyilli, her türlü içtimai işgale açık ve hazır vaziyete gelirler, bu vaziyet toplumun varoluş göstergelerinden en mühimi üzerinde zuhur etmişse eğer dilimizin tahribatı, dilimizden utanmak, kelimelerimizin yok edilmesi egemenliğimizi ve bağımsızlığımızı tehlikeye atacak derecede büyük bir olay, büyük bir saldırıdır.

Ahlaki Değerler:

Millet olgusunun gerçekten millet olmasını sağlayan unsur ahlaki değerlerdir. Ahlaki değerler toplumsal aile yapısını korur, milletlerin iyilik ve kötülük eşiklerinin etiklerini oluşturur. Milletlerin bir arada yaşama gereksinimlerinden doğan şehirler ve alt yerleşimlerde ortaya çıkan çevre temizliği, ticaret, işletmecilik, işçilik, işverenlik, aile yapısı, nüfus, suç oranları, eğlence kültürü, kişisel bakım ve benzeri tüm oluşumların, olguların temelinde ahlaki değerler yatar. Örneğin bir kafenin kasasında çalışan işçinin işvereninden bir şey çalmaması ve işverenin o işçisinin emeğinin karşılığını olabildiğince hızlı ödemesi bir ahlaki kültür ve değerdir. Bir vatandaşın yolda yürürken yere çöp atmaması veyahut tükürmemesi bir ahlaki değerdir, ticaret erbabının müşterisinin de ekonomik durumun şartlarını gözetip kar miktarını ona göre hesaplaması ahlaki bir değerdir, müşterilerin ise tacirlere güvenip ürünün değerini olduğundan aşağıya çekmemeye çalışması ve değerinde ödeme yapması bir diğer ahlaki değerdir. Milletin bir arada yaşayıp toplum olduğu ve kişisel alanı olan her yerde belirli ahlaki değerler vardır.

Bu kuralların, etiklerin, değerlerin sebebi insanların bir arada yaşama gereksinimlerinden doğacak olan anlaşmazlık, rahatsızlıkları en aza indirip, ihtiyaçlarının karşılanarak ve millet olgusunun yaşayışı bozulmadan devam edebilmesidir. Günümüze geldiğimizde ise saydığımız ve sayamadığımız alanların pek çoğunda ahlaki değerlerin yok olduğu veya yok olmaya yüz tuttuğu görülmektedir, bireysellik ve özgürlük safsataları ile her bireyin şahsi menfaatini, zevklerini düşünmesiyle başlanan süreç çok vahim noktalara gelmiş, toplum olma algısı bozulmuş, ahlaki değerler yok olmaya yüz tutmuştur. İşçisini köle olarak gören işverenler, sokakları “nasıl olsa temizleyen var.” Diyerek kirletmekten utanmayan zümreler, müşterisinden daha fazla parayı alabilmek için her türlü hilebazlığı yapan tacirler, anne ve babası kendisini dünyaya getirdiği için kendisinin her şeyine katlanmak zorunda zanneden türlü saygısızlık ve vefasızlık yapan evlatlar, işletmesinde daha fazla kar edebilmek için insan sağlığıyla oynayan “insanlar ve benzerleri pek çok defa karşımıza çıkmakta, yüreğimizi burkmaktadırlar. Garp popülerizmi, parası ve kaynakları ile desteklenen memleketimizde bulunan sözde aydınlar ve göstermelik entelektüeller, yarı zamanlı çağdaş çevrelerin destekleriyle, saldırılarıyla, manipülasyonlarıyla ahlaki değerler umursanmaz, etikler var sayılmaz oldu.

Yıllarca (ki bizler de karşıyız) çocuk gelinler üzerinden bas bas bağıranların, servetler devşirenlerin bugün çocuk yaşta pek çok insanla cinsel ilişkiye giren veyahut girmek zorunda kalan kızlarımızla alakalı tek bir lafı oldu mu? Yıllarca erkek çocuklara, ergenlere aile tarafından kültürel aşılama yapılmamasını, ailelerinin onların üzerindeki baskıyı kaldırması için her şeyi yapanların bugün muhafazakâr, milliyetçi gençlere diğer gençlerin, medyaların, çevrelerin yaptığı baskılarla alakalı tek bir lafı oldu mu? Yıllarca İslam’da zorunlu olmayan, bu devirde gerek de görülmeyen ve Türkler özelinde neredeyse unutulan açıktan dört nikah meselesini gözümüze sokanların, her türlü hakareti edenlerin gizliden yetmiş ilişki yaşayanlarla alakalı tek bir lafı oldu mu? Hayır, tabi ki olmadı! İstedikleri aslında çağdaşlık, ilerilik, medeniyet değildi, bu renkler giydirilerek şirin gösterilmeye çalışılan yozlaştırma, unutturma hastalığıydı. Bu senaryolar ilerlediği takdirde Türk aile yapısı bozulacak çok farklı profillerde, ilişkilerde çekirdek aileler görülecek ve neticesince ciddi nüfus problemleri yaşanacak, etik ve ahlaki değerlerin yok olmasıyla beraber kaos, güçlünün haklı olduğu, düşenin kaldırılmadığı bir yapı hâkim olacak yine bu da en başta söylediğimiz gibi bağımsızlığımızı, var oluşumuzu ciddi tehditler altına sokacak etkenlerden biridir.

Sanat:

Milletler yaşayan olgulardır, tıpkı insanlar gibilerdir. Milletlerin ruhları vardır ve bu ruhların dışavurumu sanatla ifade edilir. Milletimizin binyıllardan beri gelen muazzam birikiminin oluşturduğu bir sanat anlayışı vardır, ruhumuzun göstergesi ve varlığımızın simgesi, medeniyetler içerisindeki yerimizi bu anlayışımız oluşturur. Mimari, musiki, hat, ebru, çini, resim, minyatür, ahşap oyma, demircilik, edebiyat, savaş ve diğer pek çok alanda, kendi ürünümüz olan ve bizi temsil eden yapıtlarımız vardır. Camilerimiz, imaretlerimiz, saraylarımız, tarihi evlerimiz, mezarlarımız birçok medeniyete örnek olmuş, birçok medeniyete ilham dağıtmış, ölümüzden dahi ibretler, feyzler çıkarmıştır. Musiki alanında kendi notalarımız, çalgılarımız, makamlarımız çokça beğeni ve hayranlık uyandırmış, sanat camialarının merakını celbetmiştir. Yazdığımız hatların ahengi, duruşu, göze hitabı, kitaplardaki dolgunlukları ve yazılarımızın kenarlarındaki, kitaplarımızın kapaklarındaki ebrularımız baştan aşağıya bir medeniyet timsalidir. Savaşı dahi bizler sanata dönüştürmüş, zırhlarımız, kılıçlarımız, toplarımız, çadırlarımız üzerinde çeşitli çiçekler, şiirler, yazılar ve dualar, işlemeler ile diğer milletlerin tekdüzeliğine kıyasla beynelmilel bir anlayış doğurmuşuz. Ruhumuzu her alanımıza, her hareketimize yansıtmış nakış nakış işlemişiz.

Geldiğimiz noktada ise çarpık şehirleşme, çirkin binalar ile mimari katliamlar yapmakta, tarihi restorasyonları dahi becerememekteyiz. Müzik anlayışımız ise tamamen katledilmiş Türk sanat ve halk müziği unutulmuş, yerini rap, pop, arabesk gibi yabancı ve yoz akımlara bırakmıştır, dini kitabımızı, mersiyelerimizi ve kasidelerimizi okurken kullandığımız Türk usulü makamlar dahi yerini Arap makamlarına, tarzına terk etmiştir. Kani Karaca’lar, Müzeyyen Senar’lar, Safiye Ayla’lar, Dede Efendi’ler, Hafız Burhan’lar, Neşet Ertaş’ların yerlerini adını dahi anmaktan imtina edeceğimiz kişiler doldurmuş, popülarite ile bunlara ilgi hat safhaya çıkmış adeta bir kültür gölü kurumuştur. Edebiyat alanımızda farklı akımlardan da olsa son direnişçiler hala yaşamaktadır, görüşü ne olursa olsun minnet duyulacak derecede gelen kuşaklara ilham olmaktadırlar, edebiyata ilgi ve alaka azalsa da sanal medya ve farklı çevreler yoluyla yeni edebi akımlar, yoz anlayışlar peydahlanmaya çalışılsa da bu son direnişçilerin çabaları ve belirli bir düzeyde alaka görmeleri kararan çağımızda görünen bir umut ışığı olarak bizleri pek sevindirmektedir, kendilerine de selam ederiz.

Milli Şuur:

Milletlerin var oluş süreçlerini, var olma nedenlerini, dostluk ve düşmanlıklarını, tarih bilinçlerini, ezcümle kimlik bilgilerini oluşturan bilgilerin, düşünce dünyasının tamamı milli şuur olarak adlandırılabilir. Bu bilinç dairesi içerisinde her millet kendi yargılarını, değerlerini, kültürlerini, bilgi dağarcıklarını muhafaza eder, tarihten aldığı ilham ve geleceğe beslediği ümit ile medeniyet yarışına hız kazandırır. Bizim hafızamız, kimliğimiz ise her milletin üstünde, her değerin ziyadesinde bir var oluştur. Türklük şuuru insanlık tarihi kadar eskiye, medeniyetlerin kurallarının yazıldığı günlere dayanır. Mete’nin babasını vurması milli şuur neticesinde olmuştur, Türkistan bozkırlarına abidelerin dikilmesi yine bir milli şuur göstergesidir, Saltuk Buğra Han’ın amcası ile savaşı milli şuurundan kaynaklıdır, Alparslan’ın Malazgirt ovasında ettiği duada milli şuur vardır, Rumeli akıncılarının havada kavis çizerek indirdikleri kılıçlar milli şuurdur, Fatih’in İstanbul’a girişi milli şuurun kazanımıdır. Kanije müdafaası, Plevne müdafaası milli şuurun verdiği güçle direnç azmi getirmiştir, Dumlupınar önlerinde Mustafa Kemal’in, Türkistan’da Enver’in yüreğinde yanan ateş milli şuurdur. Tabutluklarda Atsız, işkence hanelerde Önkuzu, Tandoğan’da Türkeş olabilmektir milli şuur. Göklerde hür dalgalanan bayrağımız, sansürsüz okuduğumuz tarihimiz, gözlerimizden yaşlar akarak dinlediğimiz marşlarımız, bülbül gibi şakıyan müezzinlerimiz, analarımızın dualarıdır milli şuur.

Hülasa bizi biz yapan, bizlere direnme gücü, ibret vesikası, çalışma azmi, ilerleme hedefidir milli şuurumuz. Günümüzde bireyselleşmenin artışıyla milli şuur hızla kaybedilmektedir, vatanın selameti için canını bile verebilecek olanların yerini kendi selameti için vatanı bile verebilecek olanlar hızla doldurmaktadır. Siyaset, akademi, hukuk, din, ordu, kolluk kuvvetleri, gençlik ve pek çok alanda bu gibi insanların sayısı hızla artmaktadır. Vatan, millet, milliyetçilik duyguları onlara göre içi boş, doldurulamayan pek de önemli olmayan kavramlardır. Etraflarına da bu düşünceleri yaymak ve menfiliğin güzel olduğunu öğretme çabasındalardır. Halbuki unutulan en büyük husus şudur, milli şuur zafiyeti sebebiyle kimliğini unutan toplumlar işgale, ilhaka, dejenere edilmeye mahkumdurlar ve bu hücumlar sonucunda galip gelen medeniyetler bir önceki medeniyetin fertlerine kendi vatandaşları gibi davranmayacak, alt ırk olarak görecekler ve çok uzun bir süre modern kölelik ile sömüreceklerdir. Dolayısıyla bu senaryo neticesinde menfi hesapların ve çıkarların bir önemi kalmayacak tamamen yabancı bir medeniyete bilerek veyahut bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek hizmet edilmiş olunacaktır.

Halkiyat

 Milletlerin merkezi ve bölgesel halk yaşayışları toplumların ne kadar renkli, olgun, köklü, olduğunu ifade ederler. Milletlerin halk oyunları, destanları, mutfakları, giyim ve kuşamları, inanışları ne kadar olgunsa o millet medeniyetler safhasında bir o kadar ileri demektir. Nasıl ki bizler sokakta gördüğümüz pek yaşlı ancak bir o kadarda diri insana saygı duyuyorsak bu medeniyetlerin yaşantısında da öyledir, halk kültürleri ne kadar olgunsa o kadar saygı duyulur. Örneğin Çin medeniyetine, Çin halkının klasik yaşantısına tüm medeniyetlerin aşina olmasının, ilgi göstermesinin sebebi Çin’in komünist bir ülke olmasına rağmen bu kültürünü yaşatması, pazarlaması ve korumasıdır.

Türklerin halk kültürü de en az Çin medeniyeti kadar köklü ve ondan bile daha zengindir. Binlerce çeşidi olan mutfağımız, her yöreye ait kendi içerisinde de dallanıp budaklanan oyunlarımız, destanlarımız ve anlatılarımız, kendimize özgü yüzlerce giyim kuşam şeklimiz bunun ispatıdır. Bunlar korunması ve yaşatılması gereken değerlerdir, misal bir Iğdırlı Kafkas halk oyunlarını bilmeli, kalpak bulundurmalı, Bozbaş yapmayı öğrenmelidir. Bir Diyarbakırlı halayın çeşitlerini bilmeli, giyim kuşamını muhafaza etmeli (popüler kültürün ve bölücülerin çıkardığı sahtelerden değil öz olanlardan.) Diyarbakır’a özgü kaburga dolmasının yapımını aklında barındırmalıdır, yine bir Egeli zeybek oyununun heybetini muhafaza ederek oynayabilmeli, kıyafetlerini taşıyabilmelidir. Orta Anadolu bölgemizde yaşayanlarımız aşıklık kültürünü, bozlak havalarını evlatlarına öğretmelilerdir. Karadeniz yöresinde yaşayan vatandaşlarımız horonu hakkıyla tepebilmeli, balık ürünlerinin bize göre pişiriliş tarzını, mısır ekmeğini yaşatabilmelidir. Bunlar da kültürümüzün en mühim öğeleri, varlığımızın en sağlam delilleridir.

Bu kültürlerimizi, örf ve adetlerimizi yaşatmalı, korumalıyız. Muhlama yerini hamburgere, halay yerini popüler garbi danslara, körüklü çizme yerini topuklu ayakkabıya, yazma yerini fulara, şalvar yerini kot pantolona bırakıp tarihin tozlu sayfalarına karışmamalıdır. Elbette diğerleri de bilinmeli, yeri ve zamanında uygulanmalı, kullanılmalıdır ancak bu kullanım diğerlerini unutmamıza, yok etmemize sebebiyet verecek derecede olmamalı, yerinde ve ölçülü şekilde olmalıdır.

Din:

Dinler her ne kadar inanıldıkları toplumlarda ortaya çıkmış olmasalar da milletlerin tarihi ilerleyişinde çok önemli bir yere sahiptirler. Dünya üzerinde milliyet ve ırk kavramı henüz oluşmamışken dinler üzerinden sınıflandırmalar vardı ve milletler daima bu değerler çevresinde birleştiler. Özellikle Türk-İslam ilişkisi tüm milletlerin din ilişkilerinin ziyadesinde, çok farklı bir ilişkidir. Türk milleti İslam kendilerine ulaştığı zaman bu dini başta kabul etmemişler, kabul etmemek için uzun süre direnmişlerdir ancak kabul ettikten sonra İslam ile ayrılmaz bir bütün şeklinde yapışmış, kültürel değerlerini İslam ile şekillendirmiş, İslam’ı da kendi kültürüne göre şekillendirmiştir. Bu o dönemlerin Türk fakihleri, mütefekkirleri, mutasavvıfları, ulema ve ümeralarının ustaca hamleleriyle, derya misali ilim ve bilim bilgisiyle olmuştur. İslam’ı kendi kültürüne göre şekillendirmeye çalışan birçok millete baktığımızda İslam esaslarını tahrif ve İslamlar içerisinde ifsat çıkarttıklarını görebiliriz bu günümüzde dahi devam etmektedir ancak Türk milletinde böyle bir durum olmamış İslam esasları hiç tahrifata uğramadan olduğu gibi Türk kültürü etrafında şekillendirilmiş ve mutasavvıflar eliyle de yumuşatılarak İslam’ın kabul edilebilirliği de artmıştır. Türk milleti İslam olduktan sonra pek çok defa İslam alemini ve esaslarını çok büyük tehlikelerden kurtarmış, defaatle yok olmanın eşiğinden döndürmüştür.

Bu olaylar, şekillenmeler neticesinde Türk milleti çok kısa süre içerisinde yeni kabul ettikleri dinin toplum olarak manevi görevlileri konumuna kendilerini oturtmuşlar, bu dinin muhafızları, koruyucuları ve ilerleticileri olarak kendilerini görmeye başlamışlardır. İslam dinine girişten sonra savaşlar, barışlar, yaşayışlar manevi bir anlam kazanmış, medeniyet yarışında bizlere hız kazandırmıştır. Din toplumların gerek kültür muhafazasında gerek sanat alanlarında gerek ilerleyişlerinde gerekse milli şuurlarında çok önemli bir yere sahiptir. Türk milleti yüzyıllarca bu dinle çalışmış, bu dine karşı olanla savaşmış, bu dini kültürünün bir öğesi yapmıştır. Garp ve şark milletlerinde de bu böyledir, ancak Türk milleti yine son asırda dini manada da pek çok alanda yozlaşmaya başlamış, kim olduğunu unutma evresine gelmiştir.

Dinini muhafaza eden muhafazakâr kesim içerisinde bir topluluk yüzyıllardan beri gelen Türk-İslam kültürünü reddedip unutarak bir Arap-İslam sentezine kapılmışlardır, doğrunun bu olduğunu şiddetle savunmuşlar, asli unsurlarımız olan tasavvuf, ekollerimiz, tarikatlarımız, dine bakış açılarımız, yaşayış tarzımızı neredeyse dinden çıkma olarak nitelemişlerdir. Sözde muhafazakâr özde fasit bu topluluk Türk milletine Arap kültürünü İslamiyet olarak lanse etmeye çalışmış, taşra ve büyükşehirlerin ilçelerinde de kısmen başarılı olmuşlardır. Bu kişilerin başlangıçları, fikirlerini oluşturan öğeler nereye ve kimlere dayanır bilinmez ancak niyetlerinin iyi olmadığı aşikardır, bu söylemler, fikirler neticesinde ise insanların diğer bir kısmı etki-tepki olarak dinden uzaklaşmışlar ve dini unsurlara düşman olmuşlar ve hatta ihanet pahasına kendi geçmişlerine saldırmışlardır, dindarlar içerisinde bu din kültürü yozlaşması çok büyük tehlikelere, yabancı istihbari faaliyetlere de olanak tanımıştır.

Bir diğer grup ise kimi zaman bilimsellik, kimi zaman etki-tepki, kimi zaman menfi, kimi zaman keyfi sebeplerle ateist, deist ve benzeri akımlara kapılanlardır. Bu topluluğa dışarıdan baktığımızda okumuş etmiş, entelektüel, bilgi sahibi olarak görmekteyiz, sadece İslam’a değil tüm dinlere karşı olduklarını, gerçek bilgilerin peşinde olduklarını sezmekteyiz. Ancak daha yakınlarına girince ise böyle olmadıklarını anlıyoruz, Türkiye özelindeki bu şahısların pek çoğu yalnız İslam’a ve Müslümanlara düşmandırlar, diğer dinlerle pek bir meseleleri yoktur. İslam’a ve ona inananlara her terim, sözcük, bilgi ile saldırmaya can atmaktadırlar, kendi geçmişlerine, mimari yapılarına, savaşlarına, kültürlerine de içinde İslam bulunması sebebiyle düşmandırlar. Biz bunu yalnızca Türkiye’de görmekteyiz, örneğin SSCB’nin resmi olarak komünist/sosyalist olarak yönetilmesine rağmen bunun da ateizmi getirmesine rağmen geçmişlerinin mirası olan katedrallerine dokunmamışlar, düşmanlık etmemişlerdir, kendi kültürlerini yaşatmışlardır. Yine Küba Katolik değerlerini yok etmemiş, müsamaha göstermiştir ancak Türkiye ateistleri ve diğer gruplarda imkân olsa pek çok İslami yapıyı ve kültür öğelerini yok edeceklerini her alanda ilan etmektedirler. Maalesef memleketimiz üzerinde nasıl bir oyun oynanmaktaysa ateizm bile yozlaşmış durumdadır…

Kıymetli okurlar, bu yazımda sizlere inandığım doğrultuda yaptığım bir analizi paylaştım, bu yozlaşmaların sonuçlarını ve kültürümüzün baltalanmasının bedellerini yakın bir gelecekte hep beraber bugün olduğu gibi izleyeceğiz. Bu gidişatın durdurulması elbette mümkündür, meyus olmaya hacet yoktur ancak şu an ki gidişat izlendiğinde pek de durdurulma gayreti yoktur, eğer durdurulmak isteniyorsa bu yozlaşmanın sebep ve sonuçlarını her alanda, her mecrada çekinmeden ifade etmeliyiz. Yazdığımız zehirlerin panzehri yazdıklarımızın tam zıtlarıdır, bundan sonrasını siz değerli okurların tefekkürüne bırakıyorum.

Tanrı Türk’ü Korusun ve Yüceltsin!